15 Ocak 2009 Perşembe

BABA DOSTU.........

KÂMİL DÜRÜST

Yıllardır, onun yaptığı çalışmaları kardeşlerimden dinlerdim. Kâmil amca kütüphane kuruyor, Kâmil amca fotoğrafçılık kursu açtı, Kâmil amca kitap yazdı, Kâmil amca resim dersleri veriyor, Kâmil amca fotoğraf ve resim sergisinin hazırlığını yapıyor… Kâmil amcayı görmemiştim; ama anlatılanlardan onu yakından tanıyordum. Kâmil amcanın adıma imzalamış olduğu ‘Özdeyişler’ kitabını kardeşlerim bana gönderdi, bu beni çok sevindirdi..

Haziran 2007’de Marmaris’e gittiğimde Kâmil amcayla tanıştım. Ona bakınca aydınlık, gülen bir yüz; pırıl pırıl bir çift mavi göz gördüm. Bu gözlerdeki yaşama sevinci, hoşgörü, sevgi beni bir anda etkiledi. Onu tanıdıkça onun sürekli üreten, çalışan, etrafındakileri aydınlatan, sıra dışı, genç bir insan olduğunu anladım. Evet, seksen üç yaşında gencecik bir insan.

Onu sizlere tanıtmam gerekir diye düşündüm. Benden önce pek çok insan onu tanıtmış, onunla röportajlar yapmış; o, ansiklopedilerde yer almış. Onunla ilgili yazılanları okudum, onun yazdığı kitapları inceledim. Başkalarının onu anlatmış olması benim düşüncemi değiştirmedi. Ben de onu anlatacağım.

. Siz bana şöyle diyebilirsiniz: “Yeni tanıştığın birine nasıl amca diye hitap ediyorsun?”

Neden Kâmil Bey demiyorum da amca diyorum? Kız kardeşlerim sürekli Kâmil amca diye bahsettikleri için olabilir mi? Belki bunun biraz etkisi vardır; ama tam olarak değil. Kâmil Dürüst’ü ilk gördüğümde kendime çok yakın hissettim, sanki onu daha önce görmüştüm. Daha önce hiç karşılaşmamıştık; ama benim sevgili babama o kadar çok benziyordu ki… Ve ona amca diye hitap etmeye başladım, o da buna karşı çıkmadı.

Kâmil amcayla tanıştığım gün, yeni yayımlanmış olan kitabım “Düşten Gerçeğe Bir Yol: Eğitim”i imzalayıp kendisine verdim. O, kitabı açtı ilk sayfaya bir göz attı. Sultanahmet Ticaret Lisesini anlatmışsın, dedi. Ben de: “Evet, orada on dört sene çalıştım, oradaki çalışmalarımı, öğrencilerimi, öğretmen arkadaşlarımı, Sultanahmet’i anlattım.” dedim.

Gülen gözlerle bana bakarken şöyle dedi: “Ben Sultanahmet Ticaret Lisesinde okudum 66 yıl önce.”

Çok duygulandım, ne diyeceğimi bilemedim; çok şaşırmış bir o kadar da mutlu olmuştum. Düşünsenize bir kitap yazmışsınız, yıllardır tanışmak istediğiniz kişiye veriyorsunuz ve o kişinin sizin kitabınızda anlattığınız okulda okuduğunu öğreniyorsunuz. Bundan nasıl etkilenmezsiniz? Ben çok ama çok etkilendim.

Kâmil amcayla aynı mekânı değişik zaman dilimlerinde paylaşmışız. Aynı sınıflara girmişiz, aynı bahçede dolaşmışız, aynı konferans salonunda değişik oyunlar ve etkinlikler izlemişiz, aynı kütüphanede aynı kitaplara dokunmuş, aynı masanın etrafında oturmuşuz. Ve yine Sultanahmet’in tarihine, kültürüne, doğasına, havasına sevdalanmışız. Sonra başka bir zamanda başka bir yerde karşılaşıyoruz, ortak noktalar buluyoruz. Ne güzel bir paylaşım bu!

Kâmil amcaya, onunla röportaj yapmak istediğimi söylüyorum, o da neden olmasın, diyor. Bir iki gün sonra onun kurduğu kütüphaneye gidiyorum.

Kütüphane

Kâmil Dürüst, çok güzel bir kütüphane kurmuş Marmaris İkinci Bahar Sosyal Tesisleri’nde, kütüphanedeki kitapların çokluğu, kütüphanenin düzeni, insanı rahatlatan ortamı, temizliği çok hoşuma gitti.

Kâmil amca sabahtan akşama kadar bu kütüphanede çalışıyor, boş zamanı yok. Onun kütüphanedeki çalışmasını izlerken, yaşamdan yakınan, zamanını boşa geçiren, kahve köşelerinde pinekleyen insanları düşünüyorum. Kâmil amcanın seksen üç yaşında bu kadar genç ve mutlu olmasını çalışmasına ve üretmesine bağlıyorum. Onun boş geçen dakikaları, saatleri, günleri yok. O bilgi ve sanat yönünde çalışıyor, üretiyor, başkalarını aydınlatıyor, onlara değişik konularda yardım ediyor, onların ufuklarını açıyor; doğaya, fotoğrafçılığa, resme, müziğe ilgilerini çekiyor, gelişmelerini sağlıyor.

Bu kütüphane bir okul, Kâmil amca da bu okulun başöğretmeni.

Kâmil amcayla söyleşimize başlamadan önce, Onunla çalışmalar yapan Dicle Derman Bey’le konuşuyoruz. Dicle Bey kimya mühendisiymiş. Bir kimya mühendisi Kâmil Dürüst ile ne gibi bir çalışma yapabilir diye düşünürken Dicle Bey Klasik Türk müziğiyle ilgilendiğini, kendisinin aynı zamanda müzikolog olduğunu, burada devamlı çalışan bir müzik grubu bulunduğunu, bu grubun güzel çalışmalar yaptığını söylüyor. Ve kendi öyküsünü anlatıyor: “ Altı ay İstanbul’da altı ay Marmaris’te yaşıyordum. Bir süre sonra Marmaris’teki yaşamımdan sıkıldım. İstanbul’a kesin dönüş yapmaya karar verdim. Kâmil Bey ile tanışınca İstanbul’a dönmekten vazgeçtim. Kâmil Bey’in yaptığı çalışmalar beni çok etkiledi, yaşamıma anlam kattı. Ne kadar az şey yaptığımı anladım. Şimdi Kâmil Bey’in yanına, kütüphaneye geliyorum, akşama kadar onunla çalışıyoruz.”

Dicle Bey’in gönüllü olarak Kâmil amcanın yanında çalışması, Kâmil amcanın onun hayatını renklendirmesi ne kadar hoş diye düşünüyorum. Onların nasıl bir çalışma içinde olduklarını merak ediyorum. Dicle Bey’e soruyorum: “Sizi Marmaris’e bağlayan Kâmil amcayla ortak çalıştığınız konu nedir?”

Dicle Bey: “Kâmil Bey’in on bin civarında nota koleksiyonu var, bunların bir kısmı Osmanlı Döneminde yazılmış. Bunları Türkçeleştiriyoruz, notaların tasnifini yapıyoruz, makamlara ayırıyoruz. Ayrı makamlar, ayrı dosyalara konuyor; her makamı kendi içinde kartoteks sistemine geçiriyoruz. Bu çalışma bitince hem notaları hem de kartları bilgisayara yükleyeceğiz.

Bu arada Kâmil Bey’in elliye yakın bestesi var. Kâmil Bey’le besteleri kontrol ettik ve yeni baştan yazdık. İleride Kâmil Bey’in besteleriyle ilgili bir kitap yapmayı düşünüyorum.”

Kâmil amcanın bestekâr olduğunu öğrenmek beni hem şaşırtıyor hem sevindiriyor. Resimle, fotoğrafla ilgilendiğini yazı yazdığını, kitaplarının olduğunu biliyordum; ama bestekârlığı ile ilgili bilgim yoktu.

Kâmil amcaya bakıyorum, o sevecen, mütevazı haliyle bana sımsıcak gülümsüyor. Sonra bir ansiklopedi uzatıyor. Ansiklopedinin kapağında şöyle yazıyor:

“20. YÜZYIL TÜRK MUSİKİSİ, (Bestekârları; Besteleri ve Güfteleriyle), Hazırlayan Mustafa Rona, Türkiye Yayınevi, 1970.”

Heyecanla ansiklopediyi alıyorum, ansiklopedinin 626. sayfasında Mustafa Kâmil Dürüst yazısını ve bestekârın fotoğrafını görüyorum. Yazıda M.Kâmil Dürüst’ten ve bestelerinden söz ediliyor. Onun Rast, Hüzzam, Uşşak, Hüseyni, Hicaz, Kürdili Hicazkâr, Acemaşiran, Nihavend, Sultaniyegâh, Şedaraban, Saba… makamındaki bestelerinden örnekler verilmiş, bestelerinin çoğunun güftesinin de kendisi tarafından yazıldığı belirtilmiş.

Kâmil amcayı tanıdığıma daha da memnun oluyorum, onu herkes tanımalı, ondan ders almalı diye düşünüyorum.

Dicle Bey, benim heyecanımı ve mutluluğumu bir kat daha arttıran bir projeden söz ediyor:”Kâmil Bey’in nota koleksiyonu ile ilgili bir sergi açmayı düşünüyoruz. İstanbul’daki Galatasaray Yapı Kredi Bankası’nın Sanat Galerisi’yle bir ön görüşme yaptık, bu sergiyi orada gerçekleştirebileceğimizi umuyoruz.

Kâmil amca da şöyle diyor:”Besteler ve notalar yalnız musiki bakımından değil; kaligrafisi, formu, estetiği, grafiği ve tarihi bakımından da çok önemlidir. Bestecilerin hangi dönemde yaşadıkları eserlerini mutlaka etkilemiştir. Eserler, bestecilerin yaşadıkları dönem göz önüne alınarak incelenmeli.”

Kâmil amcaya katılıyorum, ister besteci, ister ressam, ister yazar olsun bir sanatçının yaşadığı dönemden etkilendiğini o dönemi yansıtan yapıtlar verdiğini biliyorum. İnsanı geliştiren, oluşturan yaşadığı çağ, ülkesi, çevresi ve ailesidir. Bütün bunlar benliğimize sinmiştir, bizim ayrılmaz parçalarımızdır.

Kâmil amcaya dönüp, bana kendinizden söz ederseniz çok sevinirim, diyorum.

Kâmil Bey: “ Annem, babam Rumelili. 1920 yılında Türkiye’ye gelmişler. Ben 1924 yılında İstanbul’da Zeyrek’te Evliya Çelebi’nin doğduğu mahallede doğmuşum. Tahsil hayatım İstanbul’da geçti. Vefa Ortaokulunda, Sultanahmet Ticaret Lisesinde okudum. Doğal olarak da meslek olarak ticareti seçtim. Ancak mesleğimin yanında hobi olarak çeşitli sanat dallarıyla uğraştım. Örneğin Türk Sanat Müziğiyle meşgul oldum. İleri Türk Musikisi Konservatuarına devam ettim.Güzel Sanatlar Akademisinde Şeref Akdik Hoca’nın atölyesinde dört sene çalıştım. Resimde genel olarak realist bir tarzım vardır. Grup sergilerine iştirak ettiğim gibi kişisel sergiler de açtım. Son olarak 16 Kasım- 31 Aralık 2006’da ŞEREF AKDİK 1961 ATÖLYESİ Resim Sergisi’nde, rahmetli hocamız Şerif Akdik ve öğrencileri Feridun Ertaş, Necdet Kalay, Salih Zeki Yazanlar’ın eserleri ve benim eserlerim sergilendi.

1970’li yıllarda ünlü Sanat Tarihçisi Celal Esat Arseven hocamızın ve ünlü mimarımız Ekrem Hakkı Ayverdi’nin teşviki ile “Osmanlı Dönemi Türk Mimarisi ve Hatıraları” üzerine yurt dışında Balkanlarda, Akdeniz’de ve Ege Adalarında (Kıbrıs, Rodos, İstanköy) araştırmalar yaptım.

Ayrıca “Türklerin Ana Yurdu Orta Asya” çalışmalarımı da ihmal etmedim. Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’da özellikle mimari ve turizm konularında araştırmalarda bulundum, belgeseller hazırladım.

Ve yine Orta Asya’nın yanı sıra Avrupa ve Arap ülkelerinde de “Türk Hatıraları ve Mimarisi” alanında incelemelerde bulundum ve bu çalışmalarımı fotoğraf ve yazılarla belgeledim.”

Kâmil amca yaptığı çalışmaları anlatmaya devam ediyor:

Avrupa’da batı medeniyetinin kuruluş ve gelişmesine önemli katkıları olan muhteşem Endülüs’ten ve Mayorka Adası’nın güzelliğinden, ünlü müzisyen Şopen’in bir süre buradaki yaşantısından ve yine Avrupa’da bilmediğimiz ve unuttuğumuz pek çok Türk hatıralarından paragraflar açıyor.

Örneğin Batı ve Doğu edebiyatının tanınmış Alman edip ve şairi Goethe’nin, ceddinin Selçuk Türklerinden Sadık Sultan olduğu iddialarının bulunduğunu ve mezarının Frankfurt yakınında Brackheim kentinde bir kilisenin bitişiğinde yer aldığını, yaptığı ziyaretini ve araştırmalarını anlatıyor.

Ben büyük bir heyecan ve saygıyla Kâmil amcanın anlattıklarını dinliyor ve notlar alıyorum. Dicle Bey’in sözü geliyor aklıma, çok haklıymış diye düşünüyorum. Kâmil amcanın yaptığı çalışmaları öğrendikçe ben de ne kadar az şey yaptığımı anlıyorum. Çok çalışmalıyım, diyorum kendime. Ve toplumumuzda zamanını boşa harcayan, üretici olmadıkları için mutsuz olan kişiler adına üzülüyorum.

Kâmil amcaya TÜRKİYE TURİNG KURUMU ile olan hatıralarını soruyorum.

Onun bir an için anılarının içine daldığını hissediyor, gözlerindeki özlemi görüyorum. O, anılarını büyük bir içtenlikle paylaşıyor benimle:

“1971 yılında tanıştığım Çelik Gülersoy, 1972 yılında kuruma üye olmamı istediler. Ben de memnuniyetle kabul ettim. Çelik Bey’le pek çok konuda fikir birliğinde oluyorduk. O, doğu ve batı kültürüne, sanatına vakıf, az bulunur bir İstanbul sevdalısı beyefendi ve kurumun Genel Müdürü idi. Düne saygılı, tasavvufa ve felsefeye açık manevi bir yönü de vardı. Gülersoy toplumun her sınıfında içerde ve dışarıda çalışkanlığı, bilgisi, zevki ve pratik zekâsı, iş bilirliği, sanata hayranlığı ve yatkınlığı ile tanınmıştır. Ortaya çıkardığı eserler ve kıymetler onu yüceltmişti.

Müşterek konularımızda fikrimi alır, müşaverede bulunurduk. Özellikle Emirgân Korusu ve oradaki sarı, beyaz ve pembe köşklerin restorasyonu ve tefrişi (dekorasyonu) konusunda birlikte çalışmalarımız olmuştur. Nedeni de çocukluk yıllarımın “Sarı Köşk”te geçmiş ve koruya ait pek çok hatıralarım olmasındandı. Sarı Köşk’e işlevlik kazandırılmış, Beyaz Köşk bir müzik sarayı hatta müzesi olarak düşünülmüştü. Pembe Köşk de geçmişten örnek bir Türk Evi olarak ziyarete açılmıştı.

Yıldız Parkı, Malta ve Çadır Köşkü, Çamlıca Kahvesi, Ihlamur Kasrı, Hidiv Kasrı, Kariye Camii (Müzesi) ve Kariye çevre düzenlemesi; Sultanahmet’te Yeşil Ev, İstanbul Çarşısı, Soğuk Çeşme Sokağı Pansiyonları, Sarnıç ve diğerleri…

Uzaktaki Safranbolu çalışmaları, benim Marmaris’e göçüme kadar olan faaliyetler ve başarılar zinciri olmuştu.

Benim için en güzel hatıralardan biri de Çelik Bey’in arzusu üzerine Malta Köşkü’nde bakımsız kalmış çok değerli yağlı boya tabloları temizlemem ve gençleştirmem olmuştur.

İkimiz de Ege’de, Hırvatistan’daki Poçitel Modeli örnek bir “Sanatçılar Köyü” kurmak konusunda bir fikir birliğine varmıştık. Eksikliğini her zaman önemle hissettiğimiz bu sanatçılar köyünün de yaşadığım Marmaris’te olmasını düşünmüştük. Bununla ilgili olarak bir ön araştırma da yaptık; ne yazık ki şartlar ve zaman yardımcı olmadı.”

Kâmil amcayı dinlerken o yerleri hayalimde tek tek dolaştım, Çelik Gülersoy’un yaptığı çalışmalar beni her zaman fazlasıyla etkilemiştir. O, toprak altında kalmış ya da yıkılmaya yüz tutmuş, çürümeye bırakılmış, unutulmuş, değersizleştirilmiş pek çok eseri gün ışığına çıkartıp yaşamımıza katan bir kişiydi. Onun çalışmalarına katkı sağlayan, onu yakından tanıyan Kâmil amcayı dinlemek ne büyük bir keyif! İçim nasıl coşuyor, nasıl heyecanlanıyorum anlatamam. Malta Köşkü’ne gittiğimde yağlı boya tablolara daha farklı bakacağım artık, Kâmil amcanın nasıl istekle, severek bu tabloları temizlediğini düşüneceğim. Yalnız en mutlu olduğumuz anlarda bile bizi üzen olaylar olabilir. Çelik Bey ile Kâmil amcanın “Sanatçılar Köyü” projesini hayata geçirememiş olması beni çok üzdü. Sonra Marmaris’te Kâmil amca, pek çok sanatçı ve sanatseverle bir sanatçılar köyü oluşturduğumuzu düşledim. Bu beni biraz olsun rahatlattı. Niye olmasın? dedim kendime. Her şey bir düşle başlamaz mı? Düşler, gerçekleştirilmek için kurulur. Düşlerimi ileride gerçekleştirmek umuduyla beynimin bir köşesine yerleştirip Kâmil amcaya bir soru yönelttim:

İstanbul’a sevdalı biri olarak İstanbul’dan neden ayrıldınız? Sizi İstanbul’dan Marmaris’e getiren nedir?

“Marmaris’e ilk gelişim 1954, ikinci gelişim 1964, üçüncüsü de 1982’ye rastlar. İstanbul’dan ayrılmama iş yerimin yanması sebep oldu. O tarihte Marmaris’te yazlık olarak bir ev yapıyordum. Yine o yıllarda Beste ve Şiir adlı kızlarım büyümüş, 1986’da evlenmişlerdi. Eşimle birlikte çok sevdiğimiz Marmaris’e yerleşme kararı aldık ve yerleştik.”

O yıllarda Marmaris nasıl bir yerdi? Marmaris’te ne gibi çalışmalar yaptınız?

“Marmaris bozulmamış doğasıyla, gerek sükûneti ile gerekse emniyeti ile bizim için çok cazipti.

Burada 1975 yılında İstanbul’da kurduğumuz “Doğal Hayatı Koruma Derneği”(DHKD)nin bir benzeri olarak “Doğa Dostları Grubu”nu kurdum. Doğa ve çevre araştırmaları ile beraber sanatsal çalışmalarımı da sürdürdüm.

Daha sonra İstanbul’da ilk üyelerinden biri olduğum “İfsak”(İstanbul Fotoğraf Sanatçıları Kulübü)ın faaliyetlerine paralel çalışmalar yapacak bir fotoğraf grubu da oluşturdum. 1997 yılından bu yana verimli ve başarılı bir şekilde çalışmaktayız. Grubumuzun adı ‘Marfod’dur. Her yıl sergiler açmaktayız. Şu anda da burada fotoğraf sergimiz var, sergi salonumuzu gezip fotoğrafları görebilirsiniz.

Kütüphaneme bağlı sergi salonumda kendi gruplarımızın sergileri devamlı ve aralıksız açık bulunmakla beraber, çevremizdeki sanat gruplarının da sergilerine hizmet vermekteyiz.

Marmaris’teki çalışmalarımdan biri de Marmaris’i çevresiyle birlikte gezip görmek, bir başka ifadeyle yeniden keşfetmekti. Gerek Marmarislilerin gerek dışardan gelenlerin buna ihtiyaçları olduğu kanaatindeydim ve bu çalışmaları halka sunmak istiyordum. Bu konuda yeni kurulmuş olan yerel kanal ‘Kanal 48’in iştiraki ile altı bölümlük ‘Gezelim Görelim” adlı bir belgesel yaptık. Yine bu yıllardaki çalışmalarım nedeni ile Belediye’nin dikkatini çekmiş ve Marmaris Belediyesinden ‘Sanat Danışmanlığı’ için teklif almıştım. Bu hizmetimi de fahri olarak 2004 yılına kadar sürdürdüm.”

Kâmil amcayı dinledikçe ona hayranlığım daha da arttı, insanın mesleğinin yanı sıra hobilerinin olmasının ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım. Kâmil amcanın üzerinde çalıştığı her alan hem onu üretici kılıyor hem de bulunduğu kente, o kentin yöneticilerine, halkına faydalı oluyor. O; insanları değişik konularda bilgilendiriyor, geliştiriyor. Onların da kendilerine ve yaşadıkları kente değer vermelerini, katkıda bulunmalarını sağlıyor. İşte toplumumuzun aydınlanması, ülkemizin gelişmesi Kâmil amca gibi çalışkan, üretken, bilginin peşinden koşan insanlar olmamıza bağlı. Bu düşüncelerden sıyrılıp Kâmil amcaya bir soru soruyorum;

Şu anda içinde bulunup hayranlıkla seyrettiğim kütüphaneniz hakkında da bilgi verir misiniz?

Kuşkusuz benim için en önemli çalışmam ve Marmaris için yaptığım hizmet, kurduğum bu kütüphanemdir. Yılların birikimi olan kitaplarımı bir kütüphanede toplamak idealimdi. On beş yaşımdan beri kitap ve konularımla ilgili belgeler biriktiririm. Benim kitaba olan merakımı bilen eş dost da bana hediye olarak kitap getirir. Bugün Marmaris Belediyesinin İkinci Bahar Sosyal Tesisleri’nde tahsis etmiş olduğu bu iki salonda on bin civarındaki kitabımı ve bir o kadar da çeşitli konulardaki arşivimi halka açık olarak sunmaktayım.

Sizin İstanbul’da Sultanahmet Ticaret Lisesinde okuduğunuzu öğrendiğimde çok heyecanlandım, aynı heyecanı şimdi de duyuyorum. Sizinle aynı mekânı değişik zamanlarda paylaşmışız. Sizin öğrencisi olduğunuz, benim öğretmeni olduğum bugünkü adıyla Sultanahmet Ticaret Meslek Lisesiyle ilgili olarak neler anlatmak istersiniz?

“Ortaokulu Vefa Lisesinde okudum. Önemli hatıralarımdan biri oradaki edebiyat hocamız ‘Zahir Güvemli’ idi. Zahir Bey, edebiyat hocamızdı; ama aynı zamanda da sanat tarihçisiydi. Ve resim de yapardı. Dönemindeki bazı yakınlarının ve sanatçıların karikatürlerini de çizmiş, bir kitapta yayımlamıştı. Sanat tarihi konusundaki kitabından da bir kaynak eser olarak istifade edilmekteydi. O okul yıllarını yıllar ve yıllar takip etti, 1970 yıllarına gelindi.

Bir gün telefonum çaldı, telefondaki ses Zahir Güvemli hocamın sesiydi.

“Kâmil seni hep izliyorum, güzel çalışmalar yapıyorsun, ben şimdi Akbank’ın ‘Türkiyemiz’ dergisini hazırlayanlardanım. Bu dergide senin de çalışmalarını, araştırmalarını ve yazılarını yayımlamak istiyoruz.” dedi. Artık hoca ile talebesi bir olmuştuk. Arada bir buluşur, sanat üzerine görüşmeler yapardık. Yazı verdiğimde de hemen yayımlardı dergide. Şimdi malum… İlahi kader, o da diğer dostlar gibi artık yok!

Vefa’dan sonra Sultanahmet Ticaret Lisesine geldim. Burası adından da anlaşılacağı gibi bir meslek lisesiydi. Okulda beni en çok etkileyen derslerden biri afiş dersiydi. Çok iyi bir hocamız vardı. İstanbul’un tanınmış afişçilerindendi. Bilindiği gibi çağımızda reklâmcılıkta afişin önemli bir yeri vardı. Beni resme kabiliyetli gören hocam, bana evimde ufak bir atölye kurdurdu. Ve bana verdiği ilk görev o seneki İzmir Fuarı’nın tanıtım afişiydi. Çok beğenilen bu afişi sonra okula hediye ettik.

Meslek derslerinden en çok sevdiğim hoca da ekonomi dersi hocamız, Togo Bey’di. Güler yüzlü, şakacı, öğrenci ile diyaloğu iyi olan bir hocaydı. Dersin hocasını severseniz dersi de seversiniz, hocayı sevmezseniz dersi de sevemezsiniz. Ben hocalarımı rahmetle anıyorum.

Okulumuz karma idi, arkadaşlar arasında kız erkek ayrımı yoktu. Erkek arkadaşlarımızla olduğu gibi kız arkadaşlarımızla da çok iyi anlaşıyorduk. Belki bir espri ama imtihanlarda kız arkadaşlarımız bizlere kopya verirdi. Şimdi o günlere pek dönmek istemiyorum, neden diyeceksiniz; çünkü 1942’lere rastlıyor, o günlerin hocaları ve öğrencilerinin hemen hepsi rahmetli oldular da ondan…”

Kâmil amca bunları anlatırken yüzünde kimi zaman bir ışıltı kimi zaman da keder görünüyordu. Onun heyecanı ve kederi bana da bulaşıyordu. Yaşam ne tuhaf! Mutluluk ve mutsuzluk, sevinç ve keder, acı ve tatlı olaylar birbiriyle iç içe… Birini diğerinden ayırmak olanaksız. Konuyu değiştirip bir başka soru soruyorum Kâmil amcaya, konuyu ne kadar değiştirsem de yine Sultanahmet’teyiz:

İstanbul’a gittiğinizde Sultanahmet’e uğrar mısınız? Sultanahmet’in sizde uyandırdığı duygu ve düşünceler nelerdir?

“İstanbul’a gittiğim zaman mutlaka Sultanahmet’e gider, Dikilitaş’ın karşısında oturup okulumu, İbrahim Paşa Sarayı’nı, muhteşem Sultanahmet Camii’ni, Ayasofya’yı, Alman Çeşmesi’ni seyreder, tarihi yaşarım.

Benim için Sultanahmet ve çevresinin ayrı bir önemi daha var.1975’ten 2005’e kadar Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Genel Müdürü Çelik Gülersoy dostumla o çevrede, devamlı kurum olarak yaptığımız ve yapacağımız faaliyetleri konuşurduk.

Bugün dünyada benzeri olmayan bir Türk konağı Yeşil Ev’in restorasyonu ve konağın yanındaki medreseden klasik bir İstanbul Çarşısı haline getirilen ve yine Yeşil Ev’in bitişiğinde bulunan, Sahabe’den Abdurrahman Şami Hazretleri’nin restore edilen türbesi ve yine Topkapı Sarayı’nın girişindeki 3. Ahmet Çeşmesi’nin koruma altına alınması, Soğuk Çeşme Sokağı’ndaki bütün binaların restorasyonu bu dönemde yapılan çalışmalardı.

Soğuk Çeşme Sokağı’nın sonundaki tarihi Bizans Sarnıcı da görülmeye değer; tarihin sesini duyabileceğimiz yüz ağartıcı bir restoran haline getirildi. Bu sarnıcın karşısındaki konuk evi de son dönemde hizmete giren ve işlevliği olan önemli bir mekân oldu.

Ancak bütün bunların yanında beni en fazla etkileyen ve duygulandıran Çelik Bey’in ve birkaç yakın arkadaşının gayretiyle meydana getirilmiş olan ‘Çelik Gülersoy İstanbul Kitaplığı’ ve orada yaptığımız sohbetlerdi. Dünyada bir benzeri olamayan böyle bir ihtisas kütüphanesi için ne kadar övünülse azdır.”

Kurumun bir hayli yayını olduğunu biliyoruz, kısaca bunlardan da bahseder misiniz?

“Kurumumuzun yayımladığı, çeşitli konuları içeren bu çok değerli kitaplar, özellikle gençlerimiz için sanat ve kültür alanında bir yol göstericidir. Bu yayınları alanlar ve okuyanlar başkalarına da önerebilirlerse kurumun yaptığı değerli faaliyetleri, hem kendileri hem de başkaları öğrenmiş olur. Böylece rahmetli Çelik Gülersoy’a da toplum olarak kadirşinaslık vazifemizi ifa etmiş oluruz.

İşte ne zaman Sultanahmet’e gitsem Çelik Bey’le yaptığımız sohbetleri hatırlar, o günlere döner, yeniden dünyaya gelmiş gibi olurum.”

Kamil amca Sultanahmet’i ve Sultanahmet’e kazandırılan eserleri anlattığı süre içinde sanki Sultanahmet’teydik. Bu konuşmaları Marmaris Belediyesi, İkinci Bahar Sosyal Tesisleri’ndeki kütüphanede değil de, Sultanahmet’teki Yeşil Ev’in bir zevk örneği olan bahçesinin fıskiyeleri altında yapıyorduk. Bana bunu böyle hissettiren, konuşmamız boyunca duyduğum su sesiydi. Bu ses tıpkı Yeşil Ev’in bahçesindeki havuzun fıskiyesinden çıkan, insanı rahatlatan su sesi gibiydi. Bir ara şöyle düşündüğümü anımsıyorum: Kütüphanenin dikkatimi çekmeyen bir yerinde bir akvaryum olmalı bu sesi çıkaran.

Kâmil amcaya soruyorum: “Duyduğum su sesini oluşturan akvaryum nerede?”

Kâmil amca: “Akvaryum yok, hem ben su sesi duymuyorum.”

Ben: “Nasıl olur, konuşmamız boyunca ben su sesi duydum.”

O: “Ben böyle bir şey duymadım, metafiziğe inanır mısınız?”

“Ben su sesini duyduğuma eminim.” derken kapı açıldı, onunla görüşmek isteyen birinin geldiğini haber verdiler. Kâmil amca dışarı çıktı, ben de kütüphanenin her tarafını dolaşmaya başladım. Hayret şu anda su sesi duyulmuyor! Hay Allah! Gerçekten o sesi duymadım mı? diye kendime soruyorum. On beş, yirmi dakika kütüphanede yalnız kaldım, aklım su sesinde ama ses seda yok ortalıkta! Kütüphaneyi dört dönüyorum. Yirmi dakika sonra sesi yeniden duymaya başladım. Ohh, su sesi gerçekmiş! deyip rahatladım. Evet, gerçekten duyduğum su sesinin nereden geldiğini keşfettim. Üst kattaki odaların birinde açılan bir muslukmuş beni bu kadar düşündüren, araştırmaya yönelten. Sıradan herhangi bir şey; bize değişik, sıra dışı, gizemli anlar yaşatabiliyor, kendimizi gerçeküstü bir dünyada bulmamızı sağlayabiliyor.

Kâmil amca kütüphaneye geri döndüğünde, su sesinin gerçek olduğunu ve nereden geldiğini bulduğumu söyledim, buna güldük.

Siz, zamanınızı çok iyi değerlendiren doğayla, müzikle, resimle, fotoğrafla, okumayla, yazmayla, gezmekle ve araştırmayla ilgilenen çok yönlü birisiniz. Gençlere insanların çok yönlü olmalarıyla ve sanatla ilgili neler önerirsiniz?

“Önce aileye ve disipline önem versinler. Öğrencilikleri dışında pratik olarak bilinmesi gereken her şeye alaka duysunlar. Örneğin önce çevreyle ilgilensinler; çünkü hayata çevremizle başlıyoruz. Çevrelerindeki tarihi eserlere, doğayla ilgili güzelliklere ve doğayı korumaya özen göstersinler.

Tanınmış sanatçılara, bilim adamlarına ulaşamazlarsa eserlerine; gün görmüş, hayatın her türlüsünü yaşamış dedelere, ninelere alaka duysunlar. Onlarla konuşsunlar, nasihat alsınlar.

Yaşamlarını yazdıkları günlüklerle sürdürsünler, her konuda alıcı oldukları kadar verici de olsunlar. Dost olabilecekleri kimseleri, ancak tecrübeden sonra dost edinsinler.

Sanatın insanı yücelten, varlıkta da yoklukta da mutlu eden bir uğraşı olduğunu unutmasınlar. Her türlü güzel sanata ve edebiyatın çeşitli konularına; ayrıca tarihe, coğrafyaya ve eğitime önem versinler. Rüya gördürmeyecek kadar romanla, yobaz olmadan maneviyatla ilgilensinler. Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışsınlar, yarın ölecekmiş gibi düşünsünler.

Hayal kursunlar; hayal kurmak güzel bir şey önce hayal edersiniz sonra onu gerçekleştirmeye çalışırsınız. İcatların temeli genelde hayale dayanır. Örneğin Hezarfen Ahmet Çelebi, Jüles Verne vb. önce hayal ettiler. Gençlerimiz de zamanlarını boşa geçirmesinler dolu dolu yaşasınlar.”

Kâmil amca gençlerimize ne güzel önerilerde bulunuyor. Önerdiklerini kendisi tüm yaşamında uygulamış ve yaşamını renklendirmiş bir kişi olarak insanımızın kendisini geliştirmesini, mutlu bir yaşam sürmesini istiyor. Sağlıklı ve bilinçli toplumun kendisini ve çevresindekileri geliştiren çalışkan ve üretken bireylerden oluşacağını biliyor.

Kâmil amcayı anlatmak kolay değil, söyleşimize on dakikalık bir ara veriyoruz. Bu arada ben kütüphaneyi dolaşıyorum, masaların üzerindeki kitapları, dergileri, broşürleri inceliyorum. Birden üzerinde “MARMARİS” yazan, renkli baskı bir kitap görüyorum. Kitabı elime aldığımda Marmaris sözcüğünün altında M. Kâmil Dürüst adı gözüme çarpıyor. Kâmil amca beni bir kez daha şaşırtıyor bu kitapla. Kâmil amcaya dönüp şöyle diyorum::

Nereye baksam sizin bir yapıtınızla karşılaşıyorum, Marmaris’le ilgili ne kadar güzel bir kitap hazırlamışsınız, bu kitaptan söz eder misiniz?

“Marmaris adlı kitap 320 sayfa, ebadı A4 büyüklüğünde kuşe kağıt, Türkçe, İngilizce, Almanca olarak hazırlandı, kitapta 220 fotoğraf var. Kitaptaki 180 fotoğraf benim çektiğim fotoğraflar. Kitap Marmaris Belediyesi tarafından 2003 yılında İstanbul’da Mas Matbaacılık A.Ş. ye bastırıldı”

Kâmil amcaya, kitabı satın almak istediğimi söylüyorum. Aldığım yanıt beni üzüyor; çünkü kitabın baskısı tükenmiş ve de kitap zaten parayla satılmamış, dağıtılmış. İkinci baskısı da yapılmamış. Bu çok önemli ve güzel kitabınızın ikinci baskısının yapılmasını ve yeni baskının satılmasını diliyorum. Kitabınızı ilk alanlardan biri ben olacağım.

Marmaris adlı kitabı hazırlamaktaki amacınız neydi?

“Kitabın önsözünde de belirttiğim gibi Marmaris ve çevresinin dantel gibi sahillerinde ve koylarında deniz ve gökyüzünün mavisi çam ormanlarının yeşiliyle adeta kucak kucağadır. Doğa her yerde, her köşede birbirinden güzel görüntüler sergiler. Bu güzellikler geçici olarak birkaç ayı ya da mevsimi değil tüm bir yılı kapsar ve yerli yabancı bütün doğa dostlarına kucak açar.

Karyalı ünlü tarihçi Herodotos tarihin derinliklerinden 2400 yıl öncesinde bu güzellikleri görünce şöyle seslenmişti: “İyonyalılar “Marmaris”te dünyanın en güzel göğü altında mutlu ve refah içinde yaşıyorlar.”

Marmaris ve çevresi doğa yönünden ne kadar görkemli, ne kadar güzel ise tarih ve onu aydınlatan arkeoloji yönünden de o kadar zengin ve etkileyicidir. Doğal güzellikler yanında, yüzyılların kültür mirasını günümüze taşıyan tarihi Karya ve çevresinde, henüz adını dahi bilemediğimiz nice antik kent hâlâ toprak altındadır.

İşte bu kitabı Marmaris ve çevresinin kültür mirasını ve doğal güzelliklerini tanıtmak amacıyla hazırladım.”

Kitabın her sayfası Marmaris’in uzak, yakın çevresinin doğasını, değişik bir koyunu, köyünü, adasını, ören yerini, mevkiini ve tarihi özelliklerini anlatıyor birbirinden harika fotoğraflarla. Ayn koyu, Longöz, İncekum, Gökova, Akyaka, Çetibeli, Sedir Adası, İçmeler, Beldibi, Yalancı Boğaz, Okluk koyu, Turunç, Kumlubük, Çiftlik, Turgut, Selimiye, Söğüt, Armutalan, Marmaris Limanı ve Kalesi vb. daha nice güzellikler… kitabın sayfalarında birbirleriyle yarışıyorlar sanki.

Ülkemiz ne kadar güzel! Hem de onca yangına, talana, çarpık kentleşmeye, betonlaşmaya rağmen yine de güzel! Denizlerimiz, ormanlarımız, adalarımız, göllerimiz, sulak alanlarımız, floramız, faunamız tüm olumsuzluklara direniyor; güzelliklerinden vazgeçmek istemiyorlar. Bu güzelliklerin devam etmesini sağlayanlar da Kamil Dürüst gibi yaşadığı ülkeyi, toplumunu seven ve onlar için emek harcayan, hiçbir şeyi bahane etmeyen, sorumluluk sahibi, dürüst, kendi çıkarlarını değil ülkesinin ve toplumun çıkarlarını düşünen, bu uğurda yılmadan çalışan insanlardır.

Sevgili Kâmil amca, sizi tanımak benim için büyük bir onurdur. Sizden hiçbir konuda hiçbir zaman umudumuzu yitirmememiz gerektiğini, çalışmanın, üretmenin kişiyi genç tuttuğunu, okumanın, yazmanın, araştırmanın belleği güçlendirdiğini, sevgi ile uğraşılan hobilerin insanı mutlu ve huzurlu kıldığını, öğrenmenin ve öğretmenin yaşı olmadığını, kısacası insan olmanın reçetesini öğrendim.

O sevgiyle bakan gözlerinizdeki pırıltı, yüzünüzdeki ışıltı hiç sönmesin. Siz daha nice insanı aydınlatacaksınız, toplumumuzda sizin gibi insanların çoğalmasını öyle çok, öyle çok istiyorum ki…

Sevil OKAY / Eylül 2007

KAMIL EFENDI

kamil efendi